G-20’LERİN “DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN” ZİRVELERİ

Küresel Ekonomik Kriz etkisinde, 2008 yılında ve G-8’lerin (G-7’ler+Rusya) genişletilmesiyle oluşturulan, uluslararası düzeyde en yetkili ve kapsamlı karar alma platformu G-20’ler (bunlar aynı zamanda dünya ekonomisinin %85’ni temsil ediyor), 5. toplantısını 11 ve 12 Kasım 2010 tarihlerinde G. Kore’nin başkenti Seul’de yaptı. Ancak, üye ülkeler arasındaki derin görüş ayrılıkları yüzünden (uzun vadeli “Seul Eylem Planı” dışında), mevcut küresel ekonomik sorunlara deva olabilecek somut bir karar alamadan zirve sona erdi.

 

Zirvenin sonuç bildirgesi bunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira burada yer alan ve karar denilebilecek yuvarlak ifadeler, giderek daha da belirginleşen ABD-Avrupa-Çin/Uzakdoğu gruplaşmasında tarafların ancak üzerlerine anlaşabildikleri ve aksi esasen söz konusu olamayacak “dostlar alışverişte görsün” misali beylik sözlerden ibaretti.

Toronto Zirvesi’nde Hangi Kararlar Alınmıştı?

 

Bu kararların irdelemesine geçmeden önce, G-20’lerin bir önceki Toronto Zirvesi’ne kısaca değinmemiz gerekmektedir. Çünkü Seul’un gelişi Toronto’dan belliydi.

 

G-20’ler 4. zirvesini 26 ve 27 Haziran günlerinde Kanada’nın Toronto kentinde yapmıştı. Bir süredir AB’de/Avrup’da öne çıkan ve küresel krizin ikinci dalgasına ciddi ölçüde dönüşme riski taşıyan ekonomik-mali sorunlar, bu zirve öncesinde önemli beklentiler yaratmıştı.

 

Ancak zirveden derde deva olacak kararların çıkmayacağı, özellikle Amerika-Avrupa arasında giderek derinleşen görüş ayrılıkları ve maliye bakanlarının önceden yaptığı hazırlık toplantıları ile anlaşılmıştı. Nitekim de öyle oldu. Gerçi zirve sonrasında yayımlanan uzun bildiride, isteyenin bardağın dolu tarafı olarak görebileceği çokça ifade vardı. Ancak bunlar, somut önlemleri değil, kullanılan diplomatik dilin inceliğini işaret ediyordu…

 

Zirve öncesinde Toronto’da şu 6 konuda somut adımların atılabileceği beklentisi ekonomik ve siyasi çevrelerde yaygındı:

 

  • Finansal reformların yapılması,
  • Bankaların vergilendirilmesi,
  • Vergi cennetlerine karşı önlem alınması,
  • Bütçe açıklarının ve kamu borçlarının azaltılması,
  • Esnek döviz kuru politikasının benimsenmesi
  • Dünya ticaretinin geliştirilmesi/korumacılığın önlenmesi…

 

Ancak, bu konularda alınan kararlara baktığımızda, beklentilerin hemen hemen hiç karşılanmadığını görüyoruz. Şöyle ki:

 

  1. 1. Finansal reformlar:

Küresel krizin yaratıcılarından olan spekülatif fonlar, kayıt dışı ürünler, kredi derecelendirme kuruluşları vb. ile ilgili olarak; saydamlığı, ayrıca etkin gözetim ve denetimi sağlayacak düzenlemelere ilişkin kararlar bir başka bahara kaldı.

 

ABD’nin geçen yıl içinde yürürlüğe koyduğu mali piyasaların denetimini öngören

reform bu konuda bir deneme olacaktı. Ancak Obama, ABD sermaye çevrelerinin

(Wall Street) büyük tepkisini çeken bu reformun bedelini son ara seçimlerde

çok ağır olarak ödedi…

 

  1. 2. Bankaların vergilendirilmesi:

 

Karları tekrar tırmanışa geçen bankalardan ek olarak alınacak bir vergi ile muhtemel krizlere karşı bir fon oluşturulması da bankacılık lobilerinin üstün gayretleri (!) ile en az 1 yıl süreyle ertelendi. Almanya’nın AB’ye de kabul ettirmeye çalıştığı bu konudaki projesi de bir başka deneme olacaktır.

 

  1. 3. Vergi cennetlerine karşı önlem:

 

Zirvelerin değişmez gündem maddesi olan bu çok önemli konu, kara para aklamaya karşı önlemlerle birlikte bildiride  yalnızca temenni olarak yer alabildi. Anlaşılan, spekülatif mal hareketlerini sağlayan küresel sermaye ve arkasındaki güçler bu konuda etkin rol oynayarak güvenli limanlarını korumak istiyordu…

 

4.    Bütçe açıklarının ve kamu borçlarının azaltılması:

 

Özellikle Avrupa’nın bu en büyük ve güncel sorunu konusunda, gelişmiş ülkeler (G-7’ler) ile sınırlı olmak üzere yasak savma kabilinden bir karar alındı: Bu ülkeler 2013 yılına kadar bütçe açıklarını yarı yarıya azaltacakmış! Ne var ki, imtiyazlı doları sayesinde,  gevşek mali politikaların sürmesini isteyen ABD’nin, G-7’lere dahil olduğu halde buna uymayacağı açıktı. Yani karar ölü doğmuştu. (Nitekim, Seul Zirvesi öncesine denk getirilen ABD’deki 600 milyar dolarlık FED bombası bu zirveye damgasını vurdu.) Bununla beraber, çaresizlikten sıkı mali disiplici kesilen AB/Bayan Merkel, zaman kazanmaya yönelik bu taktik ötelemeyi bir zafer (!) olarak nitelendiriyordu.)

 

Buna karşılık, gelişmiş ülkelerin ve özellikle avro bölgesinin en zayıf halkası       olan kamu borçları konusunda ise, belli bir oran verilmeksizin bu borçların GSYH’ya oranının stabilize edilmesi 2016’ya erteleniyordu.

 

  1. Esnek döviz kuru:

Değerli olan Yuan nedeniyle özünde Çin’i hedef alan bu politika, bu ülkenin zirve öncesinde ustaca yaptığı “esnek” bir manevra ile bildiride “gelişmekte olan bazı pazarlar” olarak, Çin’siz ve kimliksiz bir yuvarlak söze dönüşmüştü.

  1. Dünya ticaretinin geliştirilmesi:

Uygulamalarında sıkça görüldüğü halde, giderek örtülü korumacılığa yönelen gelişmiş ülkelerin etkisiyle olacak, bu konuda da bildiride, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) başarısız DOHA Kalkınma Round’una atıfla yetinilerek çözüm yine 2013’e öteleniyordu…

Sonuç bildirgesinde bizim açımızdan önemli bir nokta da, BM’nin 4. En Az Gelişmiş Ülkleler Konferansı’na ev sahipliği yapma kararımızdan dolayı Türkiye’ye teşekkür edilmesidir.

Seul Zirvesi Kararları

Bir öncekini kısaca gördükten sonra, şimdi Seul’de alınan kararlara daha yakından bakabiliriz. Türkiye adına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı zirvede alınan kararlar ve bunların bize göre anlamı özetle şöyledir:

 

  1. 1. Para birimlerinde rekabet avantajı sağlayan değer düşürmelerden sakınılacak:

Yani üye ülkeler ihracat teşviklerini ve iç piyasalarında ithal mallarına karşı korumayı devalüasyonla yapmayacaklar… Bu kararın esas muhatabı kuşkusuz Çin’dir. Ama parasının değerini yükseltme taleplerine Çin sürekli direnmekte; adeta “En iyi savunma saldırmaktır!” diyerek, karşı atağa geçip dünyada yeni bir ödemeler sistemi istemektedir. Bununla da doların patronu ABD’ye “Fazla üzerime gelme, yoksa…” demektedir…

 

Çin’in bu çıkışının bir blöf olamayacağını en iyi bilen de ABD’dir. Çünkü, dünyada açık ara döviz rezervi rekortmeni (2,6 trilyon dolar) olan bu ülkenin rezervlerinin büyük bir bölümü dolar cinsindendir ve önemli bir bölümü de ABD hazine kağıtlarına yatırılmıştır.

2001 Krizi’nden beri dalgalı kur rejimine sahip Türkiye’nin rekabet avantajı için bu yola gitmesi esasen beklenemez. Nitekim bu husus en yetkili ağızlardan ifade edilmiştir. Ancak, kurun aşırı düşmesi (örneğin 1,40’ın da altına inmesi halinde, zaman zaman yapıldığı gibi Merkez Bankası’nın müdahalede bulunması gereklidir. TL’de aşırı değerlenme ise mevcut ortamda çok uzak bir ihtimaldir.) Bu durumda Türkiye’nin ihracat avantajlarını daha fazla kaybetmemesi için Gümrük Birliği prangasından bir an önce kurtulması büyük önem taşımaktadır. Hele AB’nin G. Kore ile Serbest Ticaret Anlaşması yapma yolunda olduğu bir dönemde… (1)

  1. 2. Dış ticaret dengesizliklerini istikrarlı düzeylere çekmek için gerekli politikalar yürürlüğe konulacak:

Bunun  aksini iddia etmek esasen mümkün değil. Olması gereken zaten bu. Ama uygulama nasıl olacak? Bu konuda kararda bir açıkklık yok. Anlaşılan, bu kararın da içi zamanla doldurulacak ya da bu zirve öncesi yine Seul’de toplanan B-20’lerin (G-20’lerin ekonomi ve maliye bakanlarından oluşan Business-20) almış olduğu bu konu ile ilgili kararların hayata geçirilmesiyle bu eksiklik giderilecek. (2) Aslında bu başlık aynı zamanda B-20 kararlarının da zirvede onaylandığı anlamına gelmektedir.

 

  1. 3. IMF’de temsil ve yeni krizlere karşı IMF’nin erken uyarı sistemi geliştirmesi:

Zirvenin önemli kararlarından biri de bu temsil reformu idi. Başta Çin olmak üzere Türkiye dahil, bazı gelişmiş ülkelerin IMF’de paylarının artırılması, bunların daha yüksek oranda temsiline de olanak verecek. Bu yolla Türkiye’nin de İcra Kurulu’nda yer alması kuvvetli bir olasılık. Ancak ABD’nin IMF’de en yüksek paya ve temsile sahip olduğu, bu sayede veto tekelini de elinde tuttuğu unutulmamalı… 

Yeni krizlere karşı erken uyarıya gelince: Şimdiye kadar IMF neredeydi? Bu konuda hiç mi görevi ve sorumluluğu yoktu? Özellikle Nisan 2009’daki Londa Zirvesi ile kaynakları takviye edilip yapısı güçlendirilerek yaratılan süper IMF’den sonra böyle bir görevin bu kuruluşa verilmesi; kanımızca yeni krizlerde hakim ortakların ve özellikle ABD’nin istediği yönlendirmeleri yapmalarına uygun ortam hazırlamaya yönelik bir taktik adımdır.

  1. 4. Gelişmiş ülkeler, kurlarda oynaklık konusunda dikkatli olacak:

Bu karar da zevahiri kurtarmaya, gelişmekte olan ülkelerden istenenleri dengelemeye ve kur savaşlarından ürken küresel piyasaların yüreklerine su serpmeye yönelik bir adımdır. Çünkü, alınan bu karar kur savaşlarının sona ereceği anlamına gelmemektedir. Olsa olsa bu konuda şimdilik taraflar arasında bir ateş kes ilan edildiği söylenebilir. Esasen açık bir yaptırımı olmayan bu tür kararlar birer temenni olmaktan öteye geçemez… Sorunun başlıca tarafları ise ABD, AB ve Çin/Uzakdoğu olduğu açıktır.

Karara girmeyen, ancak bu başlık altında değerlendirebileceğimiz başka bir olay da, ABD’nin dış ticaret fazlası veren gelişmiş ülkelerin bu fazlalıklarına GSYH’nın %4’ü olarak sınırlama getirilmesiyle ilgili teklifi idi. Öneri, başlıca muhatapları olan Çin, Japonya ve Almanya’nın karşı çıkışı ile kabul edilmedi. Ancak, bu sonuçla hem Obama zor durumda kaldı, hem de taraflar arasında görüş ayrılıkları daha da derinleşmiş oldu…

  1. 5. Ekonomik riskler sürüyor, büyüme belirsiz. Ortak hareket gerekiyor:

Teşhis çok doğru, AB’de/Avrupa’da ikinci dip endişesi her geçen gün artıyor. Ama ortak hareket nasıl olacak? Bu belli değil. Çünkü Atlantik’in her iki yakasında taban tabana zıt şu iki politika/uygulama söz konusu:

  • ABD’nin yaptığı gibi piyasalara yeniden para mı enjekte edilecek? Ki buna ne AB’nin gücü yeter, ne de FED’in son kararından memnun bir tek G-20 üyesi var… (600 milyar dolarlık bomba yetmezmiş gibi, ABD piyasaları canlı tutmak için en son olarak da vergi indirimlerinin süresini uzattı.)

 

  • Yoksa, AB’nin avro bölgesi için AMB’nin öncülüğünde ve IMF’nin de 250 milyar avro desteğiyle 750 milyar avroluk Mali istikrar Fonu kurulması (3); ayrıca ABD’nin aksine, üye ülkelerinin bütçe harcamalarını kısma ve vergileri artırma uygulamaları mı benimsenecek?

Bu çok farklı iki politikanın ortsı nasıl bulunur? Dahası, öteki üye ülkeler ve özellikle

Çin bu ortak noktaya ne ölçüde katılır?

 

Şimdiden görünen o ki, gelecek zirvelerde bu girift konular gündemi çok meşgul edecek ve baharda Fransa’nın ev sahipliği yapacağı 6. G-20 Zirvesi’nde Sarkozy ortayı bulmak için epeyce terleyecek…

  1. 6. Güney Kore, ABD ve bazı ülkeler KOBİ’lerin gelişmesini destekleyecek:

 

Bu da “Ölme merkebim ölme, yonca biter de yersin” misali bir karar… Kaynak nereden gelecek, hangi KOBİ’ler, ne tür şartlarla ve ne ölçülerde bu imkanlardan yararlanacak ve taahhüt edilen 528 milyon dolarlık fon ödense bile kimlere ilaç olabilecek?.. Anlaşılan, bu konu da Fransa’daki yeni zirveye taşınacak ve o zamana kadar B-20’lerin yapacağı çalışmalarla bir ölçüde açıklık kazanacak…

  1. 7. Seul Eylem Planı:  

Çok uzun vadeli de olsa, kanımızca bu zirvede alınan en önemli karar bu eylem planının kabul edilmesi olmuştur. (4) Ama bunda da ne kadar samimi olunduğu bilinmez.

 

Çünkü geçen yıl Londra Zirvesi öncesinde bundan çok daha acil olan küresel açlık ve yoksulluk konusunda BM genel sekreterinin yaptığı çağırıya kulak veren pek olmamıştı. (5) Son iki zirve de de bu konuda somut bir karar yok. Önceki zirvelerde verilen yardım sözleri de nedense suya atılan imzalar gibi…

Yorumlar

 

Zirve sonrasında basında çıkan haber ve yorumlar, genelde yukarıdaki değerlendirmeleri teyit eder nitelikte olmuştur. Bunlardan ilginç bulduğumuz üç yorumun başlıkları ve sahipleri şöyledir:

  • “G20 toplantısı bitti… G2 bilek güreşi devam ediyor” (SerhatGürleyen, 15.11.2010/Dünya),

 

  • “G-19+1 toplantısı” (Gazi Erçel, 17.11.2010/HT)

 

  • “G-20 Zirvesi’nden geriy kalanlar” (Doç. Dr. B. Bülent Bali, 27.11.2010/HT)

 

Sonuç

 

  1. Belirsizlik, kararsızlık ve tutarsızlık korkuları büyütür:

 

Bu tür zirveler elbette hiç yoktan iyidir. Ama, önemli sorunlara rağmen etkin önlemleri ve bu arada büyümeyi de erteleyen “Gemisini kurtaran kaptandır” ve “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” misali, üstelik genelde zaman kazanmaya yönelik suya yazılmış böylesi kararlar, piyasaların moralini daha da bozar ve yeni krizlerin habercisi olabilecek tüketimi kısma ve/veya spekülatif mal hareketlerine yönelme eğilimlerini artırır.

Belirsiz ve anlamsız kararlar bunların yanında, toplumlarda özellikle küresel terör nedeniyle esasen var olan huzursuzlukları tırmandırır.

Nitekim, Toronto Zirvesi sonrasında özellikle Avrupa’da başlayan panik havası ve korku endeksi VİX’in ani yükselişi bunu açıkça gösteriyor.

 

İrlanda’nın çöküşü ile başlayan, Yunanistan’la süren, Portekiz ve hatta İspanya ile daha da tırmanabilecek olan AB’deki bu panik havasının, halen AB’nin kararsızlıklar ve çelişkiler yumağı önlemler (?) sürciyle kolay kolay giderilemeyeceğini söylemek fazla abartılı olmasa gerek…

  1. Krizin esas kaynağı ABD’dedir:

Kanımızca, zirvelerde kalıcı ve kapsamlı çözümlere ulaşılamamasının temelinde şu gerçek yatmaktadır: ABD, sınır tanımaz ölçüde giderek artan dış ticaret, cari işlem ve bütçe açıklarına/kamu borçlarına rağmen, sürekli dolar basmakta ve doları zayıflatan bu politikalara aldırış etmeksizin, parasının sahip olduğu “dünya parası/rezerv para” olma pozisyonunu sürdürmek istemektedir. Bunu da tek süper güç olmasıyla, yani askeri ve siyasi etkinliğiyle sağlamaya çalışmaktadır.

 

Kimseyi umursamayan bu “ben” odaklı yanlış tutum; bir yandan küresel piyasalarda endişeleri ve belirsizlikleri beslemekte, bir yandan da altın ve petrol gibi stratejik malların değerlerini tırmandırararak, küresel düzeyde yeni dengesizliklerin, krizlerin ve hatta siyasal-sosyal bunalımların doğmasına ortam hazırlamakta, ayrıca küresel terör odaklarının ekmeğine yağ sürmektedir…

O halde, öncelikle ABD kendi ekonomisini düzeltmek durumundadır. Tabii, bu iş çok kolay değildir. Ama Obama’nın yaptığı iki büyük reform bu yönde ümit vericidir…

3.   Arap dünyasındaki halk ayaklanmaları krizin yeni boyutudur:

 

Başta ABD ve AB  olmak üzere tüm dünyayı (çeşitli yönleriyle de Türkiye’yi) yakından ilgilendiren son iki aydaki Tunus, Mısır ve Libya’da yaşanan halk ayaklanmaları ve bu ülkelerde muhtemel rejim değişiklikleri, özellikle de bunların devamının gelecek olması ihtimali, Küresel Kriz’den çıkış çabalarını büyük ölçüde sekteye uğratacaktır. Petrol fiyatlarındaki hızlı tırmanış ve bunun dünya ekonomisine olumsuz yansımaları yaşanan ilk işaretlerdir.

 

Dahası, bu olaylar krize güvenlikle birlikte devasa bir siyasi boyut da ekleyerek, sorunların daha da kaotik bir görünüm kazanmasına neden olacaktır.

 

Bu beklenmedik halk hareketlerinin AB için ilk somut riski/sonucu ise yüzbinlerce mültecinin Özellikle İtalya kapısından AB bölgesine yönelmesidir… Çoğu zaman yaptığının aksine, AB’nin bu akına insani boyutu öne çıkararak yaklaşması kaçınılmazdır. Aksi takdirde AB insan hakları ve demokrasiden bir kez daha sınıfta kalır ve AB ülkelerindeki Kuzey Afrika kökenli milyonlarca insanın sert tepkileri ortaya çıkar…

 

4.    Ve bir dilek:

Umarız ve dileriz ki; şimdiye kadar her büyük savaş sonrasında galiplerin kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kurdukları yeni dünya düzeni; bu defa  ve özellikle Arap dünyasında yaşanan olağanüstü gelişmelerden sonra böyle bir savaşa gerek kalmadan ortak akıl yaratılarak ve gerçek anlamda dünya liderliği sergilenerek  sağlanabilsin.

G-7, G-8, G-20, B-20 gibi zirveler, küresel konferanslar ve özellikle BM bu yönde katkı sağlayabiliyorsa (5) bir anlam taşır. Yoksa, oyalama ve uyutma ile dünya çok daha acılar çeker…

 

Açıklamalar:

(1) Bkz. 28 Ekim 2010 tarihli Dünya’daki “Gümrük Birliği işlevini yitiriyor” başlıklı haber/yorum.

(2) Business-20, 34 ülkeden 112 dünya şirketinin CEO’larını bir araya getiren bir platform. Amacı, küresel büyümenin desteklenmesi ve yeni krizlerin önlenmesi için G-20’ye danışmanlık yapmak. Seul’deki ilk zirvede bu amaçla 4 komite (dünya ticaretinin canlandırılması, mali istikrarın güçlendirilmesi, çevreci büyüme ve kurumsal sosyal sorumluluk) kurulması yanında, bu komitelerde enerjiden verimliliğe ve çevreden sağlığa 12 değişik konuda çalışma yapılması kararları alındı. (Türkiye’yi B-20’de TÜSİAD şu 4 grupla temsil ediyor: Boyner, Doğuş, Kibar ve Koç Holding.)

(3) Henüz tasarım aşamasındaki bu fonun önünde de bir sürü engeller var. Bankalar kaynak ayırmak istemiyor, devletler bütçe açıklarıyla boğuşurken yeni borç yaratmak istemiyor. Ayrıca 750 milyar avroluk dev fonun bile  ufuktaki riskler (Yunanistan ve İrlanda’dan sonra, Portekiz ve özellikle İspanya’nın topun ağzında olması) dolayısıyla yetersiz kalacağı öne sürülüyor.

(4) BM’nin Bin Yıl kalkınma Hedefleri’ne ulaşılması için az gelişmiş ülkelerle G-20’lerin işbirliği yapmasını öngören bu eylem planı 6 temel ilkeye dayanmakta ve 2015 yılına kadar şu 8 hedefin gerçekleşmesini  esas almaktadır: Açlık ve yoksullukla mücadele, küresel ilköğretim, cinsiyet eşitliği, çocuk ölümleri, anne sağlığı, HİV/AIDS ve diğer hastalıklarla mücadele, çevre sağlığı ve kalkınmada işbirliği. (Bu plan 192 üye ülkenin katılımıyla hazırlanmış ve Eylül 2000 BM Zirvesi’nde resmileşmiştir.)

(5) BM genel Sekreteri Ban Ki-Moon zirve öncesinde İngiliz FT gazetesine yaptığı açıklamada, bugüne kadar gerçekleştirmedikleri uluslararası yardımları da dikkate alarak G-20’lerin, krizin en çok etkilediği fakir ve yeni gelişme yoluna giren ülkeler için 2 yılda kullanılmak üzere 1 trilyon dolarlık bir mali teşvik paketi hazırlanması çağrısında bulundu. Bu amaçla liderlere bir mektup yazan Moon, bu paketin dünya ekonomisini ve G-20 ekonomilerini de büyük ölçüde etkileyeceğini ve küresel istikrarı güvence altına alacağını, aksi takdirde krizin bütün dünyada bir siyasi istikrarsızlığa da yol açabileceğini vurguladı.(Bkz. JP’in Mayıs 2009 sayısındaki Londra Zirvesi ile ilgili yazımız.)

( Bu yazı Jeopolitik Dergisi için Talat SARAL tarafından kaleme alınmış ve izniyle sitemizde yayımlanmıştır )

Bu gönderiyi paylaş