“Cevdet SARAL” ne diyor ?

Emin Hızır SARAL
Emin Hızır SARAL

Cevdet SARAL benim saydığım, sevdiğim, bilgisine ve tecrübesine defalarca şahit olduğum akrabamdır.

Bunun yanında 1993-2001 dönemleri içerisinde Susurluk olayı, 28 Şubat darbesi dahil, Türkiye’nin en belalı ve karanlık on yılı süresince benim de Sn. Eyüp AŞIK Bey ile, Milletvekili Danışmanlığı, Bakan Danışmanlığı yaptığım devirlerde birçok vesile ile çalışma ahlakına ve iş disiplinine yakından şahit olduğum önemli bir bürokrattı.

Uzun yıllar Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanı olarak görev yaptı. Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı, Ankara İl Emniyet Müdürlüğü görevlerinde bulundu.

Hükümetlerin bir türlü iktidar olamadıkları dönemlerdi. At izi it izine karışmıştı. Ülke nereye gidiyor belli değildi.

ÖZAL ölmüş, DEMİREL yeniden, görünürdeki siyasetin ana aktörü durumuna gelmişti. Çankaya’dan orkestrayı idare ediyordu. Bir kusuru vardı sadece. Hangi parçayı çaldıracağına o değil, başkaları karar veriyordu. O kadarı da kusur sayılmazdı.

Tüm ülkede her şey, ama her şey karanlıktı. Merkez sağ tam ortadan ikiye ayrılmıştı. Ne ANAP ne de DYP bu keçi toslamalarından sonuç alamıyordu. Ama ülke de yönetilmek zorundaydı.

Koalisyonlar dönemine girmiştik. Herkes elinden geldiğince, aklı erdiğince, görevleri dahilinde bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Başarısız ANAYOL hükümetinden sonra ANAP – RP koalisyonu son anda Mesut YILMAZ tarafından reddedilmişti.

ERBAKAN hoca, Tansu ÇİLLER’le zoraki hükümet kurmuştu.

Ülkenin gerçek iktidar sahipleri, şeklen gördükleri hükümete kan kusturuyorlardı.

İslamcı ERBAKAN’a karşı, irtica eylem planı adı altında 28 Şubat MGK’sı ile İstanbul medyası ve baronlar himayesinde hep BİRlikte savaş veriliyordu.

Başrolde paşalar vardı ama senaryonun sahibi ve yönetmeni başkaydı. Bu korku filminin görüntü yönetmeni ise, doğal olarak baronlar medyasıydı.

Anayol, Refahyol, Anasol-D, ardı ardına kurulan koalisyon hükümetlerinin adlarıydı. Ülkede istikrar, umut kalmamıştı. Siyaset sadece kayıkçı kavgası yapıyordu. Terör en kirli yüzüyle, ülkeyi yangın yerine çevirmişti.

Ülke gündeminde Terör ve İrtica atbaşı gidiyordu. ERBAKAN ve partisinin her seçimde yukarı giden ivmesine dur demek için, irtica her platformda gündeme getiriliyor, batı çalışma grubu kuruluyor, görsel ve yazılı medyanın dilinden kan damlıyordu.

İktidarlar med-cezir gibi gel git dönemlerini yaşıyordu. 28 Şubat kadrosu bütün gücüyle, Ankara’nın ve milletin üstüne karabulut gibi çökmüştü.

Bütün projektörler dini görünümlü ne kadar kişi ve camia varsa onların üzerine çevrilmişti.

Medyada her gün bir şarlatan dini figür olarak piyasaya sürülüyordu.

Kimsenin tam olarak neyin ne olduğunu bildiği ve anladığı da yoktu.

Böyle bir devirde iktidarda veya muhalefetteyken görüşüne başvurulan Cevdet SARAL, bütün samimiyetiyle, ülke severliğiyle, neyin ne olduğunu herkese anlatmaya çalışıyordu. Her kesimin güven duyduğu, doğru, dosdoğru bir bürokrattı.

Okuyan, araştıran, tarih ve din bilgisi olan; çalışma arkadaşlarına baba şefkatiyle sahip çıkan, onları iyi motive eden, bir bilge müdürdü Cevdet SARAL.

Diğer taraftan; Türkiye’nin en organize, en yaygın, en kudretli cemaatini oluşturan Fethullah GÜLEN tayfası ise ne hikmetse, bu salvolardan nasibini almıyordu. O, bu dönemde Batı Çalışma Grubu’nun kudretli paşası Çevik BİR’e methiyeler düzüp, okullarım emrinde diyordu.

Derken; nasıl olduysa dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet SARAL, yardımcısı Osman AK ve ekibinin hazırladığı bir rapor 1999 yılının soğuk Ankara martında buz gibi hava estiriyordu.

Nedir? Ne oluyor? Derken, Fethullah GÜLEN, birkaç gün sonra, sessizce, bugün 15.yılını doldurduğu ikinci vatanına kendisine, kimler tarafından ve nasıl verildiği hala anlaşılamayan yeşil pasaportuyla hicret ediyordu.

Malikanesi hazırdı ve oturma izinleri de yüksek mevkili istihbaratçı dostları sayesinde problemsiz hallediliyordu. O sıralar; Cevdet SARAL’ı ziyarete gittiğimde; “Abi nereden çıktı bu Gülen raporu? Senin onlarla ne işin var?” diye sormuştum.

Kendilerinden; Ocak 1999’da Aydınlık dergisinde çıkan “Cemaat Emniyeti ele geçirdi” haberi sonrasında, İç işleri Bakanlığından gelen bir yazıyla cemaatler hakkında rapor hazırlanması istenmiş. Kendisi de çalışma arkadaşlarına bu konuyla ilgili çalışma talimatı vermiş.

Bir müddet sonra, çalışma arkadaşları; daha önce Emniyet Genel Müdürlüğünce hazırlanmış olan raporda gerekli bilgiler var demişler. Daha önceleri hazırlanan; Cemaati; devlet ve cumhuriyet yanlısı, devletle uyumlu, zararsız şeklinde bilgiler içeriyormuş bu rapor.

Cevdet SARAL; ”Yeniden titiz bir şekilde araştıralım, son durumu tespit edelim.” diye arkadaşlarını görevlendiriyor.

Ondan sonra olanlar oluyor.

Görevlendirilen ekip; görev bilinci içerisinde konuyu ele alıyor.

Alıyorlar ama konunun sonu gelmiyor.

Karmakarışık bir örgüt yumağıyla karşı karşıya kalmışlar.

İpin ucunu yakalamışlar ama ipin sonu gelmiyor.

Tespit ettikleri yapı, hiçbir dini cemaate ve örgüte benzemiyordu.”Devletin karşısında değil, bizatihi devletin içerisinde” bir yapıydı buldukları.

Ve bu tespitlerini rapora dönüştürüyorlar.

Kıyamet kopuyor tabi ki.

Halbuki devlette her konuda böyle binlerce rapor hazırlanır, ilgili yerlere ulaştırılır.

Peki ne olmuştu da şok yaşanıyordu? Bizim Karadeniz’in tabiriyle, arının foluna (yuvasına) çomak mı sokulmuştu?

Ankara’nın liyakatli Emniyet Müdürü; en azından takdir bekliyor olmalıydı. İlk defa herkesin uzaktan seyrettiği, dokunmaya cesaret edemediği bir yapının röntgeni çekilmişti.

Röntgen bir cemaatin röntgeni idi ama yuvalandığı bünye, bütün Türkiye kurum ve kuruluşları idi. Hastalıklı yapı vardı, problem sadece kendilerine ait olsa mesele yoktu ama esas hastalık; bütün ülkeyi sarmak üzereydi.

Yuvalandıkları, kanser oluşturdukları, çepeçevre sarmaya çalıştıkları bünye; bütün bir ülke, bütün bir devletti. Bu raporda hastalık bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştı.

Evet; “Niye bu işe giriştiniz?” soruma;

“Hiçbir önyargı olmadan, görev bilinciyle yaptığımız, titiz bir çalışmadır bu.”

Diyordu Cevdet SARAL.

Sonrasında nemi olmuştu? Hani derler ya; Kader, ağlarını acımasızca örmeye başlamıştı Cevdet SARAL, Osman AK ve bir grup kahraman mesai arkadaşları için.

Bugün ortaya saçılan cemaat heyulası için oluşturulan şer ittifakı cephesi; bugün ne yapıyorlarsa o gün de, devletteki bilinmeyen şakirtleri ve baronlar madyasıyla karalama kampanyasına başlıyorlardı.

Kemalist, laik, cumhuriyetin bekçisi Hürriyet, sekiz sütuna manşet ile startı veriyordu.

Ne Meclis’te Merve KAVAKÇI’yı başörtüsünden dolayı kovarak, Meclis’in namusunu kurtaran laiklik abidesi ECEVİT; ne de, ana muhalefet lideri Mesut YILMAZ sahip çıkıyordu onlara.

Türkiye, kendi sahte ve sanal gündemiyle meşguldü.

Cevdet SARAL ve arkadaşları on yılı aşkın sürecek, o mahkemeden bu mahkemeye sürüp giden hukuki mücadelelerine başlamışlardı bile.

Suçları;

Habis bir ur tespit etmişlerdi. ”Kanser, bünyeyi bitirecek; haberiniz olsun.” demişlerdi.

Şekli şemali gizli bir yapıyla kendi kendilerine, kimseden yardım almadan, bıkmadan, yorulmadan mücadele ettiler. Mahkumiyet kararlarını tek tek bozdular.

Bugün, Cevdet SARAL emekli; Osman AK, Zonguldak Emniyet Müdürü olarak yaşamlarına devam ediyorlar.

 Gelinen noktada, 1999 yılında bu insanların tespit etiği habis yapı; on beş yıl sonra kendine göre tamamladığı kadrolaşma ile devleti teslim almaya kalkıştı.

7 Şubat 2012’de kafa kaldırdı,17-25 Aralık 2013‘de ise tam manası ile kazan kaldırdı.

Evet, Cevdet SARAL şimdi ne mi diyor?

“Ben de bunu demek istemiştim ama ne konuşmaya, ne de derdimizi anlatmaya fırsat vermediniz.” diyor.

30 Aralık 2014 günü akşamı, Kanal A’ da katıldığı bir söyleşi programında Cevdet SARAL, konuşmasının sonlarında çok enteresan bir anekdotla konuşmasını bitiriyordu. 2002 yılıydı. Deniz BAYKAL’ a bilgi vermek için ziyarete gitmişti. Ona, bugün paralel yapı denilen oluşumla ilgili 1999 yılında yazdıkları raporla alakalı bilgi veriyordu. Tepkisiz bir şekilde dinliyordu BAYKAL.

Cevdet SARAL: ”Cemaat, diğer dini cemaatler ile kavgalıdır. Onlara yakın durmaz. Sağ siyasi partilerle de çatışması kaçınılmaz olacak. En sonunda gelip sığınacakları son liman, CHP olacak.”diyordu. Gerçekten de bugün Cemaat, sığınacağı son liman olan CHP’ye iltica etmiştir. Nihai hedefleri teslim olmak değil, teslim almaktır. Başarabilecekler mi, sanmıyorum ama zaman gösterecek. Apaçık olan bir şey varsa o da; filmin sonunda CHP’ye de az ya da çok zarar verecekleridir. Deniz BAYKAL’ a dönersek; kendisine kumpas kurulurken, F tipi yapılanmaya devamlı dikkati çeken birçok yazar-çizer, Pensilvanya’ yı işaret ederken; O hiçbir şekilde oraya toz kondurmuyordu. Saygı ve selam sunarak hükümeti sorumlu tutuyordu.

Hala daha Pensilvanya’ ya karşı net bir tavrını duyan, gören olmamıştır. Sebebi nedir? Susma mecburiyeti mi var? Bilemiyoruz. Kimse bilmiyor. Onunla, onlar arasında. Bize de bir şey demek düşmez. Cevdet SARAL’ın 12 yıl öncesindeki öngörüsü tam olarak tutmuştur. Ama bana kalırsa Cemaat hedefleri açısından en kötü ihtimal geçekleşmiştir. Cemaatin 40 yıldır ilmik ilmik ördüğü esas plan A planı idi. CHP limanına sığınma, B planı olabilirdi ancak. B planı, akıllarına getirmedikleri, hiç temenni etmedikleri arızi bir durum olurdu kuşkusuz. Esas plan ise A planıydı. A planı; CHP ve MHP ‘yi kumpaslarla, tapeler ve CD’lerle çökertip dizayn ederek, bir sonraki hamleyle ERDOĞAN’ ı devre dışı bırakıp, AK Partiyi ve iktidarı ele geçirme üzerine kuruluydu. CHP Genel Başkanı’nı tereyağından kıl çeker gibi değiştirdiler.

Partinin bütün kodlarını alabora ettiler. Partinin A takımı kısa sürede devre dışı kaldı. Bu gün parti de kimin ne yapmak istediği anlaşılır değildir. Cemaatin kuyruğuna takılıp kalan, hedefi ve siyasi geleceği belli olmayan bir görüntü vermektedirler. MHP yi de tam seçime giderken çok kötü sarstılar. Genel başkan yardımcıları dahil 12 üst düzey yöneticiyi bir gecede siyaset ringinin dışına attılar. Bundan öncede AK Parti’ ye Anayasa’yı değiştirecek hamleyi mutlaka yaptırmalıydılar. Yeni Anayasa ile yeni HSYK onların istediği gibi
olmalıydı. 12 Haziran 2010 Anayasa Referandumu’nda ne diyordu Fethullah GÜLEN: ”Gerekirse mezardaki ölüleri de kaldırıp oy kullandırın.” Talimat buydu. Abiler ve ablalarla İnanılmaz bir hevesle asıldılar referanduma. Anayasa değişmiş, yeni HSYK istedikleri isimlerden oluşmuştu.

160 yeni hizmet eri Yargıtay’a blok liste olarak atanmıştı. Emniyet operasyonu zaten çok önceden tamamdı. Yüksek Yargı’da da işlem tamamlanıyordu. Her geçen gün, kristal küre misali AK Parti’yi avuçları içine almaya çalışıyorlardı. Kristal kürenin içini de istedikleri gibi kendilerine göre dizayn etmeleri gerekiyordu. Devlet içerisinde istedikleri köşe başlarını tutmuşlardı. Devlet aygıtının her kurumuna sahip olduklarından emin oldukları anda, yeri ve zamanı geldiğinde, kristal küreyi patlatacaklardı. Büyük plan buydu. Hazırlıklar bu yönde yapılıyordu. Big Bang misali, büyük patlama olacaktı. Patlama sonunda AK Parti ve hükümet, toz duman olup savrulacak, liderleri kalmayacak, devletin gerçek sahipleri artık saklanmaya gerek duymadan alenileşerek, ilave hiçbir zahmete katlanmadan ele geçirdikleri iktidarı ve devlet aygıtını, kaptan köşkünden gütmeye başlayacaklardı. Eğer 7 Şubat 2012’de aceleye getirdikleri MİT krizini çıkarmasalardı Recep Tayyip ERDOĞAN, belki de hiçbir zaman farkına varmayacaktı.

Zaten kendisi Cemaat ile ilgili nadir de olsa gelen uyarılara: “Alnı secdeye değenden zarar gelmez.” demiyor muydu? “Her şerde hayır vardır.” diye güzel bir deyimimiz var. İyi ki o zaman ihanet sinyali vermişlerdi. Bilenler bilir; Cemaat, 17 Aralık darbe girişiminden çok öncesinden ERDOĞAN’ ı ve hükümeti her platformda kötülemeye başlamıştı. Gezi olaylarında renklerini belli etmeye başlamış ve çadırları yakarak eylemlerin ülke geneline yayılmasına sebebiyet veren sert ve silahlı polis müdahaleleriyle toplumun sinir uçlarını kurcalama, kafa karıştırma tarafında yer almışlardı. Pek mana verilemiyordu ama Cemaat mensupları arasında inanılmaz nefret söylemi de tedavüle sunulmuştu. “Abdullah GÜL, partinin başına dönecek; ERDOĞAN da Cumhurbaşkanı olamayacak.” söylemini cesaretle dile getirmeye başlamışlardı.

Olanca güçleriyle her deliğine girdikleri devlet kurumlarında son dayanıklılık testlerini yapıyorlardı. Büyük patlama olacaktı. Bütün kâinat patlama sesiyle irkilecekti. Öyle buyuruyordu Pensilvanya’da oturan Ulu Kâinat İmamı. Yaratılış patlama Big Bang gibi.

Pensilvanya’daki Kâinat İmamı, yaratılış patlaması Big Bang gibi olmasını buyurmuştu.17 Aralık’taki “yüzyılın yolsuzluğu” kod adlı operasyon ile beklenilen patlatmayı yaptılar. Bütün hizmet erleri açık bir şekilde savaş için cephede yer almıştı. Artık gizlenme, takiye yoktu. 40 yıllık saklambaç oyunu son bulmuştu.

Uyuyan hücreler de uyandırıldı. Toplum bu adamları aleni olarak seyrediyordu. Dini cemaat diye bilinip her an yanı başımızda himmet dilenenler, başka görevlerle karşımızdaydılar ve sırıtarak bizlere bakıyorlardı. Dile kolay tam 40 yıl bu anı beklemişlerdi. “Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz” misali, varlıkları ve varlık sebepleri tam olarak anlaşılamayan hizmet erenleri, apaçık cephe savaşındaydılar. Kendilerini bu ana saklamışlardı ve o gün de gelmişti. Bütün kurgu tamamdı. Abiler ve ablaların iktidarı başlıyordu artık.

Dışarıdaki başka lisanlı, başka dinli büyük ve mutlak ağabeyler de alkışlıyorlardı. Ve sahne onlarındı. “Adaletin keskin ve sarsılmaz kılıcı inecek, bazı kelleler düşecektir” Bundan kaçınmak mümkün değildi. Öyle buyuruyordu zamane yazarlarından Mümtazer TÜRKÖNE.

Türk milleti zaten uysal seyirciydi. Öyle olmuştu her zaman. Sevdikleri, seçtikleri hor görülmüş, itilmiş, kakılmış, tam ve yarım darbelerle devrilmiş, derdest edilmiş, gerektiğinde de idam edilmişti. Millet, hiçbirinde sesini çıkarmamıştı. Zat-ı devletlilerinin bir bildikleri vardır diye düşünmüşlerdi. A planı, olabilecek her şey hesap edilmiş ve büyük bir özgüvenle devreye alınmıştı.

Ama hesap edemedikleri başka şeyler olmaya başladı. Birisi: “Kaderin üzerinde bir kader vardır!” diyordu. Bu defa millet, kendilerine sunulan bu sahte kaderi kabul etmiyor gibiydi. Millet de kendi kaderine sahip çıkıyordu. Ve millet tam destek verdiği, sevdiği, seçtiği lideriyle bu aykırı yapılanmaya tarihi dersi veriyordu.

Çöken A planıydı. Plan sahipleri ve arkadan havuza itilenler şoktaydı. Feveranlar başladı. Hala imdat çığlığı atıyorlar. Avrupa ve Amerika başkentlerinde fırsat buldukları her kapıda aman dileniyorlar. Hâlbuki yenilmez ve yanılmazdılar. Bu onların dünyevi ve uhrevi özelliği idi… Bugün bile Ali Ünal adlı zamane yazarı ne diyor: “Fethullah Hoca yanılmazdır. Her türlü hatadan münezzehtir.”Bugünden ebede kadar tek imam vardı, o da kâinatın imamıydı. Saltanatına başka bir güç, başka bir ortak kabul edilemezdi.

Açık bir şekilde inandıkları ve dile getirdikleri ise Hoca efendilerinin “Mehdi” olduğuydu. Bunun dışında, Cemaat gerçekten de diğer dini cemaatlerden hiç haz etmemişti. Risalelerini rehber edindikleri Said Nursi’ ye de mesafeliydiler. O, devrini ve görevini tamamlamıştı ama Hoca efendileri, zamandan ve mekândan arî idi. Merkez sağ partilere; menfaatleri ölçüsünce sıcak baktılar.

Milli görüş zihniyetinden ise oldum olası uzak durdular. ERBAKAN, onlar için müspet hiçbir şey ifade etmedi. 28 Şubat kazanına herkesten önce, onlar odun taşıdılar. Sadece ECEVİT ve DSP ile gizli bir aşkları vardı. ECEVİT’in sağ kolu Hüsamettin ÖZKAN ‘la bugün de izah edilemeyen bir gönül birliktelikleri vardı. Daha enteresan olanı; Vatikan’ın esrarengiz dostu, eski CHP Genel Sekreteri Kasım GÜLEK‘le olan kadim ve sırlı dostlukları idi.

Vatikan’ın dinler arası diyalog projesini görev bilip, Papa’nın huzurunda birlikte kabul etmişlerdi. Bu projeye bütün güçleriyle sahip çıktılar. Kendilerine, dış dünyada referans olacak bu projeyi her şeyiyle benimsediler. Ortak ibadet niyetleriyle, İbrahim’i dinler birlikteliği adıyla ortak ayinler düzenlediler. Hiç bir İslami tepkiye aldırış etmediler. Bu projeye de çok ama çok emek verdiler. Bütün dünya’da açılan okullarda eğitim lisanı İngilizce idi. Türkçe Olimpiyatları tiyatrosu ile ülkemiz kaynaklarını dışarıya aktararak, İngiliz ve Amerikan kültürü ile yoğrulan, dış servisler için hazır ve nazır nesiller yetiştiriyorlardı.

Bu ülkelerde ihtiyaç hissettikleri her konuda da CIA yetkilileri imdatlarına yetişiyordu. Türkiye’de ise hedef; soft İslam, yani yumuşatılmış İslam nesliydi. Bu neslin adını da , “altın nesil” koymuşlardı. Yapılmak istenen de, altın neslin altın vuruşuydu zaten. Planlar ters tepince Cevdet SARAL’ın 12 yıl öncesinde öngördüğü, cemaatin CHP limanına demirleme olayına, yani B Planı’na mecbur kalıyorlardı. Şu anda birbirlerine ihtiyaçları var ama CHP, yılların partisi, İttihat Partisi’nin devamı parti, bunları bir müddet kullanıp atacaktır. Başka bir ihtimal de vermiyorum. Sahte ittifaklarla, liboşlarla, entellerle, baronlarla Londra, New York, Tel Aviv suflörlü İstanbul medyası desteği ile gidecekleri menzil tükenmek üzeredir.

Bugün Türkiye’de oluşan şer cephesinde oynadıkları rol bitecek, tarihin çöplüğünde hak ettikleri yeri alacaklardır. Millet nazarında da zaten tükenmişlerdir. “Bizi bu havuza kim attı?” demeye çoktan başlamışlardır. Eyvah para etmeyecektir. İhanet havuzu er -geç, bunları da yutacaktır.

Bu gönderiyi paylaş